Tohumdan Sezgiye: Damla Demir’in Resimlerinde Doğanın Hafızası
Damla Demir’in ilk kişisel sergisi, izleyicisini yalnızca bir görsel deneyime değil, doğayla iç içe geçmiş çok katmanlı bir varoluş araştırmasına davet ediyor. Bu sergi, gözle görünenin ötesine geçen ve duyularla sezgiler arasında dolaşan bir anlatı sunuyor. Demir’in işleri, doğa ve bedenin ortak titreşimlerinde yankılanan bir iç dünya haritası gibi işliyor.
Tuvalde karşılaştığımız her iz, yalnızca estetik bir tercih değil; doğanın kendine özgü ritminde atılmış bilinçli bir adım. Renkler, biçimler ve boşluklar, zihinsel bir haritanın eşliğinde organik bir koreografiyle birleşiyor. Sanatçının resmettiği evren, klasik anlamda bir temsil alanı değil; aksine, varlığın değişken doğasını anlamaya yönelik içsel bir araştırmanın sahnesi.
Bu sergide, sabit bir bakış açısına sıkışmaktansa, izleyici devinime, geçişlere ve dönüşümlere açılıyor. Gerçek ile düş, bilinç ile bilinçdışı, sezgi ile form arasında örülen bu görsel anlatı, izleyeni pasif bir gözlemciden çok aktif bir katılımcıya dönüştürüyor. Her bir fırça darbesi, izleyiciyi kendi içsel arkeolojisini yapmaya davet eden bir çağrı gibi.
Demir’in doğayla kurduğu bağ, yalnızca tematik değil; yaratımın kendisi doğanın döngüselliğinden ilham alıyor. “Doğada doğup ölmek, tohumlanmak, filizlenmek ve kuruduğum yerden yeniden doğmak” sözlerinde olduğu gibi, bu döngüsel anlayış onun resimlerinde bir anlatı değil, bir varlık biçimi haline geliyor. Doğa ve yaratım, birbirini doğuran ve dönüştüren iki özneye dönüşüyor.
Bu işler bize, Gilles Deleuze’ün “oluş” (becoming) kavramını hatırlatıyor: Sabit bir kimlik ya da biçimden çok, doğanın kendisinden öğrenen ve onunla birlikte evrilen bir özne. Demir’in tuvali, tam da bu oluş hâlinin görsel ifadesi gibi.
Ruhun derinliklerinden doğanın en sade elementlerine ve sezginin soyut düzlemine uzanan bu sergi, yalnızca izlenmeyi değil, hissedilmeyi ve birlikte düşünülmeyi talep ediyor.
Back to Top